Röportaj: Yılmaz KURT
Nezahat Gökyiğit
Botanik Bahçesi (NGBB), İstanbul’un Anadolu yakasının önemli merkezlerinden
biri haline gelen Ataşehir’de kara yollarının kavşağında kurulmuş. Sessiz
sedasız gelişen ve İstanbul için oksijen üreterek büyümeye devam eden,
şimdilerde büyük bir Botanik Bahçesi haline gelen yeşil bir vaha. Bu projenin
arkasında bulunan, basından ve medyadan hayli uzaklardaki Ali Nihat Gökyiğit
ile çevre ve doğa hatırına konuşuyoruz. Sohbet ilerledikçe Nezahat Gökyiğit
Botanik Bahçesi’nin aysbergin görünen kısmı olduğuna kanaat getiriyoruz.
NİHAT Bey, sizin çevre
konularına olan duyarlılığınız ve bu alandaki çalışmalarınız malum. Biyografinizde
çocukluğunuzun “büyük bahçeli evlerin arasında, yeşillikler içinde, çiçeklerin,
kelebeklerin arasında, geceleri ateş böceklerinin kovalandığı masal kentinde geçtiğini”
söylüyorsunuz. Bize biraz hayatın o mesut ve tasasız günlerinden bahseder misiniz?
Benim doğaya olan ilgim
biraz da çocukluğumun o güzel yaşantısından geliyor. Artvin’den 15 yaşında
ayrıldım. Babam beni bir vapura bindirdi ‘sen artık büyüdün, yalnız başına
gidebilirsin’ dedi. 15 yaşındaydım ve ortaokulu yeni bitirmiştim. Vapurda
tanıdığı bir yolcuya bana göz kulak olmasını tembih etmiş, ama farkında olmamı istememiş.
Ben onu bilmiyorum tabii, kendi başıma gittim. Ondan sonra bir-iki tatil daha
gittim, çünkü ailemin İstanbul’a nakli 2-3 sene sonra oldu. Sonra belki 20-30
yıl gitmedim. Çevreye olan duyarlılığımızda çocukluğumuzun geçtiği muhteşem
doğanın etkisi muhakkak. Bir de inşaat sektörünün doğayı nasıl tahrip ettiğini
gördüm ve ‘ne yapabilirim’ diye kendimi sorgulamaya başladım.
Uzun yıllar neden hiç
gitmediniz memlekete?
Biraz çekindim. Oraya
bir yurt yapılıyordu, o zamanki vali destek istedi, biz de destek olduk.
Açılışa davet etti ‘illa gel’ diye, kıramadım. Sonra orada konuşma yapmam istendi,
neden gitmek istemediğimi anlattım. Çünkü çocukluğumda bıraktığım o güzel
hatıranın bozulmuş olabileceği ihtimalini düşünüyordum. Nitekim korktuğum
başıma geldi. Artvin’deki o büyük bahçeli evler gitmiş, arsa olmuş, başka bir
yer olmuş, çok değişmiş.
Türkiye’de çevre
deyince ilk akla gelen sivil toplum kurumu TEMA. Siz kurucuları arasında yer
alıyorsunuz…
Evet. TEMA işte bu
masada kuruldu. Hayrettin Bey’le beraber. Bir ağaç tutkusu yarattık. Toprağın
önemini, erozyonun ne kadar tehlike yarattığını, toprak erozyonunun vahametini
anlatmaya çalıştık. Bazı projeler yaparak da bunların çaresi olduğunu
göstermeye çalıştık. Sanırım şimdilerde 500 bini buldu gönüllü üye sayımız. Bu
sayı ilgiyi, heyecanı ayakta tutmak için çok önemli. Bir takım yanlışlıklar var
ama bir takım çareler de var. Bunları göstermek lazım ki cesaret gelsin,
şevkleri artsın diye örnek projeler yaptık. Kırsal kalkınma, ağaçlandırma ve
benzeri daha bir çok proje.
“AĞIR AĞIR GELİŞSİN
İSTEDİK”
Artık İstanbul’un
önemli merkezlerinden biri olan Ataşehir’de, yolların kavşağında, dışarıdan
fark edilmeyen yeşil bir vaha meydana getirdiniz. Nezahat Gökyiğit Botanik
Bahçesi (NGBB). Bu şekilde karayolları kavşağında bir örnek görmüş müydünüz
başka yerde? Nereden aklınıza geldi ve nasıl hayata geçti?
Hayır! Dünyanın
karayolu kavşağında yapılan ilk botanik bahçesi budur. Eşim 1995 yılında
rahmetli olunca, onun hatırasına ne yapabilirim diye düşündüm. Kendisinin nefes
darlığı vardı, hava alma ihtiyacı olurdu, pencereleri açmak isterdi. O
zamanlarda İstanbul’un havası kötüydü. Sürekli geçtiğim bir kavşak vardı Ataşehir’de,
üzerinde diken bile yoktu, ham toprak. Burada bir hatıra parkı yaparsam, büyük
bir akciğer yapmış olurum diye düşündüm. O zamanın Karayolları Bölge Müdürü
Yaman Kök’ün yanına gittim, o alanın tahsisini istedim. ‘Ne yapacaksın’ dedi.
‘Hatıra parkı yapacağım’ dedim. ‘Bizden ne istiyorsun’ dedi. ‘Bir şey
istemiyorum’ dedim. Kabul etti hatta oradaki su kuyularının açılmasını
üstlenmek istediler. Su da 200 metreden çıkıyor. Karayollarının su kuyularını
açacak teçhizatı gelmeyince, onları da ben açtırdım. Evvela bir su şebekesi,
yangın söndürme şebekesi, yollar yaptık. Toprak çok bozuktu, molozlar, kayalar…
Islah edilmesi gerekiyordu. 70 cm derinliğe kadar eşeledik toprağı. Bir kış
yağmura, kara, havalandırmaya terk ettik.
İki önemli adım
başarılı olmamızda etken oldu. Birincisi toprağı hazırlamamız, ikincisi de çok
yavru fidan dikmemiz. Başlangıçta yol kavşağında fidanlar araba egzozundan zarar
görür mü diye endişem vardı. Bir üniversite ile araştırma yaptık. 2-3 sene
sürdü. Test ettiler. ‘Hayır, burası rüzgar alıyor, bir şey olmaz’ dediler. Bir
de yaprakları gözle görünmeyen fotosentez fabrikasında karbondioksiti alıyor,
kökten aldığı suyla birleştiriyor, kendisine kök, yaprak, dal yapıyor, Oksijeni
de serbest bırakıyor. Dolayısıyla karbondioksit belki de obezite yaptı oradaki
bitkilerde. Hatıra parkı olarak başlangıçta 52 bin fidan diktik.
İstanbulluların çok
duyduğu bir yer değil burası, her gün yanından gelip geçseler de…
Fazla reklam da
yapmadık, zaten reklamı sevmem. Bir de eğer çok aşırı ziyaretçi olursa fidanlar
zarar görür, yol gösteremeyiz, rehber olamayız diye ağır ağır gelişsin istedik.
Yine de senede 150 bin ziyaretçi geldi.
Nasıl olsa ağaçlar İstanbul için oksijen üretmeye devam ediyor değil mi farkında olunsa da olunmasa da?
Botanik bahçesi çok
cesaret isteyen bir hedef. Çünkü bir araştırma enstitüsü gerekiyor. Tehdit
altındaki bitkilerin oraya getirilip koruma altına alınması da var. Kurutulmuş bitkilerden
bir arşiv, tohum bankası, kütüphanesi, eğitim salonu, fidanlığı, birçok ek
fonksiyonu olması gerekiyor.
Bitki Ressamlığı,
bahçıvanlık gibi kurslar; fidan yetiştirme, atölye çalışmaları ve eğitimlerle
farklı alanlarda birçok faaliyet yürütülüyor orada. Nezahat Gökyiğit Botanik
Bahçesi artık sadece ağaçların olduğu bir park ve bahçe değil.
Evet aynen öyle. DOKAP
(Doğu Karadeniz Kalkınma Ajansı) o bölgedeki tıbbi ve aromatik bitkilerin
teşhis edilmesi, yetiştirilmesi, eğitimin verilmesi gibi bir işi bize vermek
istedi, şimdi onu yapıyoruz. Ayrıca Antalya EXPO 2016 kapsamında Türkiye’deki
bazı doğal bitkilerin canlı olarak toplanması, yetiştirilmesi işini de bize
verdiler.
“BİYOLOJİ HOCALARI İÇİN
CAZİBE MERKEZİ”
Kıymetli eşinize olan
sevginizin tezahürü olarak kurdunuz burayı. Çok az faniye nasip olur böyle kendi
adına, binlerce ağaç ve yeşilliğin olduğu bir botanik park…
Ben de hakikaten çok
heyecan duyuyorum böyle bir hizmet yaptığım için. Az evvel söylediğim
projelerin hepsini “siz bunu yapın” diye getirdiler. Çünkü Botanik Bahçesi’nde
40 kadar kadrolu çalışanımız var. Ayrıca taşeronlar da var. Çok önemli bir şey
daha yapıyoruz orada. 10 bini aşkın bitki türü var Türkiye’de. Bütün Avrupa kıtasında
ise 13 bin adet. Yalnız İstanbul ilindeki bitki türü sayısı İngiltere’den daha
fazla. 1850’lerde bir İsviçreli yazmış. 11. cildini de bizim hocalar yazmış.
Hatta editörlüğünü de bizim bahçenin müdürü Adil Hoca yapmış. Her 10 günde bir
yeni bir bitki bulunmaya devam ediyor şu anda. Fakat bunun tam hakkını vermek için
28 cilt kitap yazılacak. Henüz birinci cildini yazdık.
Resimli Türkiye Florası
diye destek olduğunuz bir proje devam ediyor sanırım?
Evet, Resimli Türkiye
Florası. 2. ve 3. ciltleri bitmek üzere, ama 5-6 ay gibi bir süresi var. Benim
vakfım da (ANG) o çalışmaya sponsor oldu.
“Her 10 günde bir yeni
bir bitki bulunmaya devam ediyor” dediğinize göre şu ana kadar Türkiye’deki bitki
türlerinin tamamını hâlâ bilmiyoruz öyle mi?
Bulunuyor ve tabii
yayınlanıyor. Ama bunlar henüz bir kitapta toplanmadı. Daha önce yapılmış
çalışmalar var ama hem eksik hem de Türkçe değil. Şimdi onu yapıyoruz. Bizim
bahçe botanik ve biyoloji hocaları için cazibe merkezi. Orada projelerini
konuşuyorlar, görev taksimi yapıyorlar. Bir ciltte belki 50 tane biyolog görev alıyor.
Herkes uzman olduğu bitki üzerinde yazıyor. Böyle bir çalışma var orada şimdi.
Bu bizim en önemli işlerimizden biri oldu.
Aslında Nezahat
Hanım’ın adına bir hatıra bahçesi olarak başlayan mütevazı bir teşebbüs, şimdi
ülkenin en önemli botanik merkezlerinden biri olmuş gibi.
Şimdi orada bir bitki
var. Afyon’un Eber Gölü civarında yetişiyor. Akşehir’de aynı zamanda. Şöyle bir
çalı, yavru bir çalı. Hayvanlar yemiyor Allah’tan. Bir ecza var daha
keşfedilmemiş içinde. Köylü de onu sarıyor atıyor bir tarafa. Onun için nesli
tehdit altında ve dünyada başka hiç bir yerde yok bu endemik bitkinin. Özelliği
de bağlı bulunduğu baklagiller. Orada bir çiçekte 4 tane yumurtalık olan yegâne
tür bu. Yani bir çiçekten 4 meyve veriyor.
Bu bitki yeni
keşfediliyor öyle mi?
Biz bunu getirdik,
bahçede çalışıyoruz Sabancı Üniversitesi ile işbirliği yaparak. Acaba aynı
familyadan fasulye, nohut, mercimek ya da bakla gibi birisine âşık olur mu,
evlenir mi? O melez ne olur bilmiyoruz. Ama bir kere çok verimli bir şey. O
çalışma yapılıyor iki senedir. Bakladan elektrik aldı. Bunun erkeği baklanın
dişisini sevdi, çocukları da oldu. Ama düşük yapıyor çocukları. Şimdi niye
düşük yapıyor ona bakıyoruz. Fasulye, nohut, mercimek onların da evlenme
ihtimali var. Böyle heyecanlı projeler de var bu işin içinde.
“DAMIZLIK ÇOK ÖNEMLİ”
Tabii biz daha çok
botanik parkını biliyoruz. Onun dışında sizin ağaç tarımı, arıcılık gibi farklı
alanlarda proje ve faaliyetlerinizin olduğunu da duyuyoruz. Onlardan da
bahsedebilir misiniz?
Bir diğer faaliyet
alanımız da Türkiye’deki arı ırkları. Niye bunun peşine düştük. Arı kovanı
sayısı bakımından Türkiye dünyada Çin’den sonra ikinci sırada geliyor. Ama
verim bakımından da, kovan başına en düşük verimi alan ülkelerdeniz. Niye böyle
olmuş? Aşırı melezlenmeden. Yollar yapılıp, ülkenin dörtbir yanına yayılınca tabii
arıcı da kovanları bindiriyor kamyona, nerede çiçek var oraya gidiyorlar. Çok
aşırı melezlenme kaçınılmaz oluyor. Oysa damızlık çok önemli. Nasıl ki
büyükbaşlarda damızlık var, arıda da damızlık var. O ana arının damızlık olması
lazım. Saf ırkla mahalle ırkının birleştiği birinci melezden olması lazım.
Bizdeki arıcılığın gelişmesi, verimin artmasının en önemli çaresi ana arının
damızlık olması ve sık değiştirilmesi. En geç iki senede bir değiştirilmesi. Bunu
kendi haline bırakıp kendi yapsın dediğin zaman, zamanla değerini kaybediyor.
Türkiye’de beş tane arı ırkı var. Bunlardan saf “Kafkas ırkını” bulduk. Ondan
ana arı üretiyoruz, oradan damızlık yapıyoruz ve Türkiye’nin her tarafına
veriyoruz. Her tarafına demeyim, çok sıcak yerlere pek uygun değil. Ama bunun yaptığı
melez birinci melez, o mahalle şartlarına uygun olduğu için Kafkas’ın da
özelliğini taşıyor; yine kıymetli. İkinci ırk “Orta Anadolu Irkı”. Onu da bu
sene içinde bulduk, üç senedir çalışıyoruz.
Arıcılığa ilgi özel bir
merak mı, yoksa kişisel bir hobi mi?
Arıcılık, kırsal
kalkınma için çok önemli. İpekböceği yetiştirmek, arıcılık gibi uğraşlar yan iş
olarak yapılabiliyor kendi işlerinin yanında. Tabii, doğaya, çiçeğe ihtiyaç
var. Çiçek ağaçta da olur, çayırda da. Dolayısıyla kırsal kalkınma çalışmaları
bizi bu alana itti biraz.
Sakız ağacıyla, meşe
ağacıyla ilgili de çalışmalarınız var…
Sakız çok kıymetli bir
ürün, zamanında sadece Sakız Adası’nda yetişiyor. Bir de onun karşı
sahillerinde Çeşme civarında. Başka yerde yok. Osmanlı, zamanında oraya özel
bir gümrük idaresi koymuş. Çıkan sakızlar tamamen saraya gidiyor ve tahsisat
saraydan yapılıyor.
Sakız adasından
çıkanlar mı?
Evet. Karşı sahilde de
var ama esas Sakız Adası’nda daha çok. Bu saraydaki cariyelere sakız verelim de
ağızları güzel koksun diye değil. Rayiha olarak yemeklerde kullanılıyor, ilaç
olarak da kullanılıyor. Bunu tekrar harekete geçirmek için TEMA’dayken ben ön
ayak oldum. TEMA’dan ayrıldıktan sonra ANG Vakfı olarak destek verdim bu işe.
Onun toplantılarını
yaptık. Araştırma yaptık, nasıl yetiştirilecek bu ağaç diye. Üzerinde hayli
çalışmalar yapıldı ve İzmir ve civarında hâlâ çalışmalar sürüyor.
Bir de özel bir meşe
ağacı ile ilgili çalışmalarınız vardı?
Mantar meşesi. Meşenin
bu cinsinin kabuğundaki mantar, yalnız şarap şişelerinde tecrit malzemesi
olarak kullanıldığından çok kıymetli. 1 santimetre küpünde 400 milyon hava
kabarcığı olan bir şey. Bunu meşe ağacı kendisini korumak için yapıyor.
Soyuyorlar, yere yatırıyorlar, presliyorlar oradan artıkları tekrar hamur
ediliyor, tabaka haline getiriliyor. Isıya ve sese karşı en önemli tecrit malzemesi.
Doğal bir malzeme. Bunun hikâyesi uzun. Ta Abdülhamit zamanında üç tane fidan
İspanya kralından alınmış. Biri İzmir Urla’daki çiftliğe götürülmüş, ikisi de burada.
Birinin bakımı ve koruması yapılıyor, biz gidip onu yerinde gördük.
Şu anda hayatta,
yaşıyor yani?
Evet o ağaç hayatta. O
ağaçtan tohumlar alınmış, yetiştirilmiş. Ben o projeyi harekete geçirmek için
Orman Bakanlığı ile işbirliği yapmak istedim. Bir iki çalıştay yaptık. Sonra
orada kaldı. Bakanlık biz buna kendi bünyemizde devam ediyoruz dedi.
“Eğitim alanında
desteklerimiz var üniversitelere. Turizm önemli, ama doğa turlarının
çeşitlenmesi daha önemli. Çünkü buraya katılanlar doğaya zarar vermeyen
insanlar. Ağaca sarılıp okşayan, böceği seyreden insanlar. Bunları
çeşitlendirmek için jeoloji turları, botanik turları yapmak lazım. Sırf meşe
ağaçlarını dolaşmak için, anıt ağaçlar için turlar. Türkiye’deki arıcılığı
dolaşan bir tur tertip ediyorum vakıf olarak. Yabancılar katılıyor daha çok. Arı
çalışmalarını görüyorlar, arı ırkı çok ilgilerini çekiyor. Kuş gözleme turları
yaptım.”
“AĞAÇ TARIMINDA GEÇ
KALDIK”
Bir de “Ağaç Tarımı”
diye yürüttüğünüz proje var devam eden… En heyecanlı işimiz ağaç tarımı.
Türkiye’deki ormanların % 93’ü belki doğal orman. Şimdi artık dikilerek yetiştirilen
ormanlar da başladı. Avrupa’da % 1’i ancak doğal orman.
Avrupa’da bu iş
endüstriyel anlamda yetiştiriyorlar değil mi?
Evet. Doğal
ormanlardaki baskıyı azaltmak için. Çünkü ahşap ihtiyacı giderek artmaya devam
ediyor. Ahşabın yerine ikame edilen alüminyum, plastik, demir falan o sıcaklığı
vermiyor hiç bir zaman. Verse de mesela alüminyum ahşaba nazaran 100 misli daha
fazla enerjiye ihtiyaç gösteriyor. O bakımdan çevre ve doğaya her açıdan çok
hayırlı bir iş bu. Doğal ormanlardan insan elinin çekilmesi lazım. Ağacını
yetiştir, hızlı yetişen ağaçları kes, yenisini dik, tarımsal döngü içinde devam
et. İşte “ağaç tarımı” projemizin ana fikri budur.
Ülkemizde “ağaç tarımı”
kavramı çok yeni değil mi? Bu projeniz uygulanıyor mu?
“Ağaç tarımı” tabiri
çok yeni. Biz kullandık onu ilk, şimdi yerleşti. Orman Bakanlığı daha önce
bunun bir denemesini yapmış, ama kesim zamanı gelince, belki de civardaki halk
ormanı niye kesiyorsunuz dedi diye kesilmemiş. Bunlar artık yaşlanmış, büyümeleri
durmuş.
Halbuki bu cins hızlı
yetişen ağaçların büyümesi durduğunda kesip yenisini koyacaksın. Bizim “ağaç
tarımı” projemiz devam ediyor. Bu sene 9 yaşına bastı ve her sene 300 bin yeni
fidan dikilerek devam ediyor.
Aslında 20 yıllık döngü
bu şekilde devam ettiğinde, doğal ormanlardaki baskı azalacak değil mi?
Tabii. İhtiyacı buradan
temin edeceksin. Bu bizde ne yazık ki çok geç başladı.
KIRSAL KALKINMA
FAALİYETLERİ
Mâlumunuz üzere
Türkiye’de çevre ya da çevrecilik faaliyetleri daha çok söylem bazında ve
tepkisel. Kamuoyunda konuşulan, tartışılan ama pratiği pek olmayan etkinlikler
çoğunlukta gibi. Oysa sizin yaptıklarınız şahıs olarak, dernek ve vakıf gibi
sivil toplum kuruluşları üzerinden doğrudan çevrenin ve tabiatın içinde
yürütülen çalışmalar. Projeleriniz bu yönüyle de tebrik ve takdire şayan.
Ben şikâyet etmeyi
sevmem. TEMA’ya da bunu aşılamaya çalıştım. Bırakalım şikâyet etmeyi, o yanlış
bu yanlış, biz kendimizi sorgulayalım, bu konuda ne yapabiliriz dedim. Bu
noktadan itibaren projeler doğuyor. Bir örnek daha vereyim. 2 senedir üzerinde
çalıştığım, şimdi üç yaşına giren “Süs bitkileri” projesi. Peki nasıl geldik bu
noktaya. Çay bitkisi, bizde malum Doğu Karadeniz’de.
Üzerine kar düştüğü
halde çay yetişen dünyada başka bir ülke yok. Öbürleri hep yarı tropik
bölgeler. Daha çok düz alanlar. Bizdeki arazi çok engebeli. Ama kar düştüğü için,
zararlıları olmadığı için, zirai ilaç kullanma ihtiyacı olmayan bir çay. Yani
organik tarıma çok müsait. Fakat üretici daha çok kazanmak için doğal olarak
ormandan biraz daha yer açayım, alanı genişleteyim eğiliminde. O da doğaya
zarar veriyor. Hem rekabet bakımından baskı var, öbürü de doğaya baskı. İkisi
de doğru değil. Çare organik tarım. O çay bahçesinin bir köşesinde çok az yer işgal
eden ama çok daha kıymetli ne olabilir diye düşündük.
Çay bitkisinin akrabası
olan açelya, kamelya gibi bitkilerin yetiştirilmesi aklımıza geldi. Doğaya dost
tam bir kırsal kalkınma projesi. Hollanda’nın süs bitkilerinden yıllık 8 milyar
dolar geliri var. Türkiye’nin çaydan aldığı toplam gelir yıllık 1 milyar dolar
civarında.
Küçük bir çalışmayla
belki bu 1 milyar dolara ulaşmak çok da zor değil. Hollanda 8 milyar dolar
aldığına göre yıllık?
Belki de. Şimdi
Belçika’dan 5 bin bir yaşında fide ithal ettik. 2 bin tanesini oradaki bir
meslek okuluna verdik üzerinde çalışsınlar diye. 3 bin tanesini de oradaki birkaç
köylüye verdik. Esasında Avrupa’da tohumdan yetiştiriyor. Seralarda bu iklimi
suni olarak yaratıp yetiştiriyorlar. Bizde doğada kendiliğinden yetişiyor zaten.
O iklimin bitkisi. Bu bitkiyi tohumdan da yetiştirmek mümkün. Ama daha büyük
bir yatırım, uzun zaman istiyor. Yumurtadan başlamak tabii daha güzel.
Ama yumurtadan hemen
başlayamadığımız için tohumdan, yani civcivden, ufak bir fideden başlayalım
dedik ve o yavru fideleri ithal ettik. İlk sene biraz zorlandık.
Ama ikinci getirdiğimiz
parti daha başarılı oldu. Başka üreticilere de verdik ve Gardenya isminde bir
firma ile işbirliği yaptık. Onlar alıp İstanbul’a getiriyorlar, kendi fidanlıklarında
bakımını yapıyorlar ve pazarlıyorlar. İşte “süs bitkileri” çalışmamızın özeti
de budur. ANG Vakfı’nın kırsal kalkınma faaliyetleri de var. Bir kaç köyde
nasıl, ne yapabiliriz burada diye çalışmalarımız oldu. Eğitim alanında
desteklerimiz var üniversitelere.
Turizm önemli, ama doğa
turlarının çeşitlenmesi daha önemli. Çünkü buraya katılanlar doğaya zarar vermeyen
insanlar. Ağaca sarılıp okşayan, böceği seyreden insanlar. Bunları
çeşitlendirmek için jeoloji turları, botanik turları yapmak lazım. Sırf meşe
ağaçlarını dolaşmak için, anıt ağaçlar için turlar. Türkiye’deki arıcılığı dolaşan
bir tur tertip ediyorum vakıf olarak. Yabancılar katılıyor daha çok. Arı
çalışmalarını görüyorlar, arı ırkı çok ilgilerini çekiyor. Kuş gözleme turları
yaptım.
Kuş evleriyle ilgili de
bir çalışmanız vardı…
Süs Kabağı denen bir
kabak türü vardır. Onlara delik açılıyor. Çok büyük açarsan küçük kuş gelmiyor
oraya. Kuşların türüne ve büyüklüklerine göre çeşitli delikler açıyor ve
ağaçlara asıyoruz.
FİLARMONİ ORKESTRASININ
HİKÂYESİ
O kadar farklı alanlarda
çalışmalarınız var ki, bölge ve dünya barışı için kurduğunuz bir orkestra
“Tekfen Filarmoni Orkestrası” olduğunu biliyoruz. Onun hikâyesini anlatır
mısınız?
Karadeniz Ekonomi İş
Birliği iş konseyinin kurucusuyum. O zaman 11 ülke vardı. Bunlar arasında ekonomik
işbirliği nasıl olur, bunun çalışmasını yaptık. Kurucu başkan oldum ben
Türkiye’yi temsilen. Tabii ekonomik faaliyeti geliştirirken kültürel
entegrasyon da önemli yakınlaşma vesilesi. Saim Akşi vardı, anlaşmayı gazeteden
okumuş, iki gün sonra geldi. Dedi ki, “11 ülke arasında bir oda orkestrası
kurmaya ne dersiniz”. Çok da güzel hazırlanmış.
Ben böyle bir şey
arıyorum zaten. Oda orkestrasını kurduk. Orkestrada Ukrayna ve Rusya’dan
ikişer, Türkiye’den üç, öbürlerinden birer müzisyen var. 14-15 kişilik bir oda
orkestrası oldu. Enerji konferansları başlattım. Bu 11 ülke arasındaki faaliyet
alanlarını yazdık. Öncelik sırası enerjideydi. Enerjide her sene bir konferans düzenledim.
O konferansın açılışını oda orkestrasıyla yaptık. CERA diye Amerikalı bir kuruluşu
davet etmiştim, oradan iki kişi geldi. Hem motivasyon hem organizasyonumuzu çok
beğendiler. “Beraber bir konferans düzenlemeye ne dersiniz” dediler. Ben de
bunu söyletmek için onları davet etmiştim zaten. “Yalnız bu enerji
konferansının ismini ben vermek istiyorum” dedim: İki Denizin Öyküsü.
Hazar denizinde doğal
varlıklar çıkmaya başlamış. Karadeniz de bunun hem tüketim merkezi, hem geçiş yolu
dünyaya. “İki Denizin Öyküsü” ismini beğendiler. Ertesi sene bu isimle bir
enerji konferansı düzenledik. O arada bu orkestrayı Hazar denizine yaydık;
Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan ve İran’ı aldık. 16 bayraklı
bir orkestra oldu. O orkestrayla açtık İki Denizin Öyküsü konferansını.
Süleyman Demirel de konferansın açılışında bulundu. Dedi ki, “Neden iki deniz?
Bir de Doğu Akdeniz
var. Bizim Irak’tan gelen petrolümüz Doğu Akdeniz’e geliyor. Şimdi Bakü-Ceyhan boru
hattını konuşmaya başlıyoruz, o da buraya gelecek. İsrail bizim şebekemize
bağlanmak istiyor…” Onu takip eden sene konferansın ismi “Üç Denizin Öyküsü” oldu
ve orkestraya 7 bayrak daha ilave ettik. Mısır, İsrail, Suriye, Lübnan, Irak,
Ürdün’le beraber 23 bayrak oldu. Oraya kadar ben kendim doğrudan sponsoru oldum.
O noktada Tekfen’e teklif ettim. Şimdi Tekfen aldı. Tekfen Filarmoni Orkestrası
oldu, Tekfen Vakfı sponsor. Orkestranın da hikâyesi bu.
“TOPRAĞI DA MUTLU
EDEBİLİRSİN”
Profesyonel iş
yaşamınıza hiç girmedik Nihat Bey. O tarafı zaten malum. Çok başarılı, dolu
dolu bir yaşam serüveniniz var. Asra merdiven dayayan hayatınızın yüksek
basamaklarından baktığınızda hayat felsefeniz ve tecrübelerinizle ilgili neler
söylemek istersiniz?
Muhammet Yunus vardır,
mikro krediyi dünyaya yayan ve bu çalışmalarından dolayı Nobel Barış Ödülü alan.
3-5 bin lira gibi küçük kredilerle kadınları daha çok iş sahibi yapan.
Türkiye’de yaygınlaştı bu. Bizim Artvin’de de. Artvin’dekini ben kendim
üstlendim ANG Vakfı olarak. Başkalarını mutlu ederek mutlu olabiliyor musun?
Bunun motivasyonu burada. Motivasyon nedir diye sorarsanız bana, “başkalarını
mutlu ederek mutlu olmak” derim.
“Başkalarını mutlu
ederek, mutlu olmak…” bu cümle herşeyi özetliyor aslında. Siz insanlardan öte,
artık ağaçları ve fidanları da mutlu eden birisiniz?
Başkaları derken yalnız
insanlar değil, bütün canlılar, böcekler, bitkiler, ağaçlar bunun içine
giriyor. Toprağı da mutlu edebilirsin. Toprak çok şikâyetçi. Hayat felsefemde
bir kere bu var. Başkaları mutlu olduğu zaman mutlu oluyorum. Ağaçtakilerin
gönlünü yapıyorum, “Yarınızı aranızdan kesip alacağız, birbirinize gölge
yapmaya başladınız” diyorum. Ben bir bitkiyle de konuştum. Bu bitki Konya
Seydişehir civarında tehdit altında, yok olacak bir tür. Aldık, getirdik bizim
bahçeye.
Bahçede tohumlarla iki
sene uğraştık, yetiştirdik. Bunlar böyle ufak kaplarda yavru oldu. Gidip konuşuyorum
onlarla. Nasılsınız? “İyiyiz, Allah razı olsun bizi yok olmaktan
kurtarıyorsunuz. Biz burada gurbetteyiz, sıla hasreti çekiyoruz. Bizi ne olur
kardeşlerimizin yanına götür” diyorlar. Ben de diyorum ki, “Güzel de yola dayanamazsınız,
biraz daha bekleyin.” Biraz daha canlandılar.
Götürdük oraya koyduk.
Tabii köylüye anlattık. Bakın dünyada başka bir yerde yok! Endemik, bize mahsus
bir bitki, bu kaybolacak. Kaybolduğunda neyi kaybettiğimizi de bilmiyoruz.
Değerini de bilmiyoruz. Bitkilerle konuşmak mümkün.
Hayat felsefenizde
“bardağın dolu” tarafına bakıyorsunuz…
Bardağın dolu tarafına
bakarım. Olumsuz tarafın çaresi her zaman bulunur. En iyisini yap daima.
Muhakkak fark edilirsin. Daha iyisini yapma gayret et. Gönül kırma, yol
üzerinde dargın ve küskün bırakma.
Geçen bahsetmiştiniz
ya, makro kozmoz aleminden mikro aleme doğru derin muhakeme ve mukayeseniz vardı
sizin. O müthiş bir bakış açısıydı hayata ve aleme. Dergimizin okurları ile
paylaşmak ister misiniz?
Alimler de biraz
çaresizlik içinde. Fezadaki o mesafeler, hacimler hayret verici. Işık süratiyle
bilmem kaç bin senede diyor. Dünya bir leblebi bile değil. Bu böyleyken, bir de
en küçük varlık hücrenin içindeki DNA, bir bitkinin, bir insanın bütün
özelliklerine şifre. Bilim adamı “…bütün dünyada yaşayan insanların hepsinin
DNA’larındaki bu bilgiyi toplayıp bir araya getirmek mümkün olsaydı bir pirinç
tanesi yapmazdı” diyor. O hacimdeki bilgi oraya nasıl sığmış, bu çok müthiş bir
şey tabii. Yani bir yanda küçüklük, o kadar küçük, mikro bir alem, diğer yanda büyüklük
o kadar büyük, makro bir alem. Büyüklük içinde küçüklük, küçüklük içindeki
büyüklük… Onlar da diyor ki, bir büyük varlık var muhakkak, isterseniz “Tanrı” deyin,
isterseniz “Allah”. Ben bu varlığa, Yaradan’a inanarak huzura kavuşanlardan
oldum.
Hayat felsefemde,
“mutlu ol, ileriye doğru olumlu bak, olumlu yaklaş, üşenme ve erteleme”
prensiplerini severim. Böyle hep geriye atma temayülü vardır ya genel olarak.
Muhakkak her işi yaparken planlı ve daha verimli yapmaya çalışırım. Planlama derken
bazen günlük planlama da olabilir. Bir şeyi en verimli nasıl yaparım diye
planlamayı ihmal etmem. Telaş ve paniği hiç sevmem. Soğukkanlı hareket ederim.
Nihat Bey bizi kabul ettiğiniz, hayatınızı ve tecrübelerinizi bizimle paylaştınız için teşekkür ediyorum. Bu mülakatın dergimiz vasıtasıyla çevre duyarlılığı oluşturulmasında ve bu yönde yapılacak çalışmalara ışık tutacağı ve canlı bir örnek olacağı muhakkak. Ormanların içinde, ağaçlarla, bitkilerle, arılarla ve böceklerle kurduğunuz o eşsiz dünyanızda size sıhhat ve afiyetlerle uzun ömürler diliyoruz. Memleketimiz adına şükran ve minnetlerimizle…
ALİ NİHAT GÖKYİĞİT
1925 yılında Artvin’de
doğdu.
1946’da İstanbul Robert
Kolej’de İnşaat
Mühendisliği
tahsilinden sonra 1948’de ABD, Michigan Üniversitesi’nden master derecesiyle
mezun oldu.
1953 yılına kadar
çeşitli inşaat işlerinde, 1956’ya kadar da kontrol amiri olarak Bayındırlık
Bakanlığı Konya havaalanı inşaatında görev aldı.
1956 yılında Feyyaz
Berker ve Necati Akçağlılar ile birlikte bugünkü Tekfen Holding şirketler
grubunun temelini attı.
Bu tarihten itibaren
Tekfen’in 50’yi aşan grup şirketlerinde yönetim kurulu üyeliği veya başkanlık
görevlerini sürdürmekte.
1969 yılından itibaren
35 yıl süreyle dünyanın en büyük öğrenci teşkilatı AIESEC-Türkiye’nin
Danışmanlar Yüksek Kurulu Başkanlık görevini yapmıştır.
1985-87’de Türk
Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), 1988 -2005’te Dış Ekonomik İlişkiler
kurulu (DEİK) yönetim kurulu üyeliklerinde bulunmuştur.
1992’de Türk -BDT
ismini alan Türk- Sovyet İş Konseyi’nin 1988-1998 yılları arasında başkanlığını
ve 1992- 2002’de Karadeniz İş Konseyi kurucu başkanlık ve Türkiye temsilciliği
görevlerini ifa etmiştir.
1992 yılında Hayrettin
Karaca ile birlikte Türkiye Erozyonla Mücadele ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfını
(TEMA) kurdu.
Yönetim kurulu ve
mütevelli heyeti başkanlıklarını yaptığı vakfın kurucu onursal başkanı. TEMA
Vakfı’nın harekete geçirdiği ilk projelerin sponsorluğunu üstlenmiştir.
Bunlardan “Camili beldesi sürdürülebilir kalkınma projesi” Johannesburg Dünya
Zirve konferansında ödüle lâyık görüldü.
2005 yılında kurucusu
olduğu Endüstriyel Ağaç Tarımı A.Ş (ENAT) her yıl 300 bin fidan dikerek, iklim
değişikliği ve doğal ormanlardaki baskıya karşı çok etkili bir üretimin öncülüğünü
yapmaktadır.
2007-2011’de Gökyiğit,
Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği (ÇETBİK) yönetim kurulu başkanlığı yapmış ve
halen derneğin kurucu onursal başkanıdır.
1995 yılında vefat eden
eşi anısına İstanbul’da 50 hektarlık alanda yaptırdığı Nezahat Gökyiğit Botanik
Bahçesi, dünyada ilk kez karayolları kavşağında yer alan botanik bahçesidir ve bir
eğitim ve araştırma merkezi olarak gelişerek faaliyetlerine devam etmektedir.
1992 yılında dünyanın
en problemli coğrafyası, Karadeniz, Hazar Denizi ve Doğu Akdeniz’in 23
ülkesinden müzisyenlerini bir araya toplayarak kurduğu Tekfen Filarmoni
Orkestrası dünya barışına hizmet eden kültür faaliyetlerinden biri olmuştur.
1995 yılından itibaren
10 yıl müddetle her yıl İstanbul’da düzenlenen “Doğu-Batı ile Buluşuyor”
Uluslararası Enerji Konferansı’nın kurucusu olmuş ve eş başkanlığını yapmıştır.
1999’da kendi adına
kurduğu ANG Vakfı kanalıyla eğitim, sanat ve çevre projelerine destek olmaya
devam etmektedir.
Gürcistan ve
Kırgızistan Fahri konsolosluğu da yapan Gökyiğit’e Gürcistan fahri vatandaşlık,
Akdeniz Üniversitesi Çevre Hizmet ödülü, Çukurova, Boğaziçi ve Gazi Osman Paşa Üniversiteleri
fahri doktora unvanları verilmiştir.
Aldığı bazı ödüller:
1997 T.C.
Cumhurbaşkanlığı “Devlet üstün hizmet madalyası”
2004 Ekonomist Dergisi
“Yılın Sivil Toplum Lideri”
2006 International Oak
Society “Yaşam Boyu Hizmet” ödülü
2007 Marmara Grubu
Vakfı “Toplumsal Sorumluluk” ödülü
2008 Yaşlılık Konseyi
Derneği “Örnek Kıdemli Vatandaş” ödülü
2009 Schwab
Foundation-Ernst and Young “Yılın Sosyal Girişimcisi”
2009 Ekonomist Dergisi
“Yılın Sivil Toplum Önderi”
2010 TBMM “Üstün Hizmet
ödülü”
2012 Edworks “Yaşam
Boyu Başarı” ödülü
2013 Türk Dünyası
Mühendisler ve Mimarlar Birliği “Mimar Sinan Üstün Hizmet” ödülü
2013 Michigan
Üniversitesi “Alumni Medal-Mezun Madalyası”
Derneklerdergisi.com